Ragbi günlükleri 166

Ragbi günlükleri 166

Yirmi iki gün ve yirmi iki gece devam eden Sakarya Meydan Muharabesi, 13 Eylül 1921 günü bitmiş; Atatürk’ün deyişiyle, ”Yeni Türk Devleti’nin tarihine, dünya tarihinde çok az rastlanan büyük bir meydan savaşı örneği” olarak geçmiştir(Nutuk, s.418). Sakarya Nehri’nin doğusunda düşman ordusundan eser kalmamasının ardından, Anadolu toprağından düşman postalını söküp atacak nihai darbe için hazırlıklara başlanmıştır. Büyük Taarruza kadar geçecek sürede yaşanan bazı gelişmeler, bizlere, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın büyüklüğünü anlatmaktadır.

               Atatürk, en önemli vazifelerinden biri olarak, ”Bütün Türk ulusunu cephede bulunan ordu kadar duygu, düşünce ve hareket olarak savaşla ilgilendirmeliydim.” diyor(a.g.e. s.418). Ulusların, bütün maddi ve manevi güçlerini bir araya getirmesinin, gelecekteki savaşlarının başarı şartlarından en önemlisi olduğunu vurguluyor. 

               Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasından sonra, Batı ile yapılan ve olumlu sonuç veren temasların neticesi, Ankara Antlaşması olmuştur. 20 Ekim 1921’de imzalanan antlaşma ile Güney Cephesi’ndeki savaş sona ermiş ve ulusal dava, ilk defa olarak Batı devletlerinden biri tarafından tanınmıştır. Antlaşma görüşmeleri sırasında tam bağımsızlık vurgusunu şu sözlerle yapmıştır Atatürk: ”Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel vb. her alanda tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksun kalmak, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlıktan yoksun kalması demektir.”. 

               Milli Mücadele boyunca, yalnızca düşman kuvvetleriyle uğraşılmamıştır. Pontus sorunu kaynaklı çetecilik faaliyetleri, Anadolu’nun ortasında çıkan iç isyanlar, komuta kademesi arasındaki görüş ayrılıkları, Malta sürgününden dönenlerinde aralarında bulunduğu Büyük Millet Meclisi içerisindeki muhalefet… Meclis’te oluşturulan ikinci grupla birlikte muhalefetin dozu giderek artmış; hükümet kurulmasına engel olunmaya başlanmış; Atatürk’ün deyimiyle, ”ordu karşıtı bir akım” yaratılmaya çalışılmıştı. Muhalif grubun öne sürdüğü, ”Sakarya Savaşı’ndan sonra aylar geçtiği halde ordu niçin saldırmıyor? Sınırlı, belli bir cephede saldırı yapılmalıdır ki ordunun saldırı yeteneği olup olmadığı anlaşılsın.” görüşlerine karşın Atatürk’ün cevabı şu olmuştur: ”Bu akıma direndik. Amacımız, tüm hazırlığımızı tamamlayarak genel ve sonuç alıcı bir saldırı yapmak olduğu için, sınırlı saldırı fikrini benimseyemezdik. Bunda bir yarar yoktu.”(a.g.e. s.428). Asıl düşmanın İngilizler olduğu; Yunan kuvvetleri karşısında perde hattı bırakarak, esas orduyu Irak’ın kuzey sınırına yığıp, İngilizler’e saldırmak gerektiği; davanın sonucu için yapılması gerekenin bu olduğu da muhalif grubun diğer bir önerisiydi. Dikkate alınmayan bu fikirlerin ardından, ortaya çıkan yeni propagandadan Atatürk oldukça rahatsız olmuş, ”Nereye gidiyoruz? Bizi kim, nereye sürüklüyor? Koca bir ulus, belirsiz, karanlık hedeflere serserice sürüklenir mi?” soruları üzerine, Meclis’teki gizli bir oturumda açıklama yapmak mecburiyetinde kalmıştır. Atatürk’ün deyişiyle, ”bu bozguncu düşüncelerin” ordu saflarına yayılmasından çekinilmiştir(a.g.e. s.428-429). ”Ordumuzun kararı saldırıdır. Fakat bu saldırıyı erteliyoruz. Çünkü, hazırlığımızı bütünüyle tamamlamaya biraz daha zaman gerekmektedir. Yarım hazırlıkla, yarım önlemle yapılacak saldırı, hiç saldırmamaktan çok daha kötüdür. Beklememizin, saldırı kararından vazgeçtiğimiz ya da bunu başarmaktan ümitsiz olduğumuz şeklinde anlaşılması ve yorumlanması yersizdir.” sözleriyle, ordunun kararının saldırı olduğu belirtilmiştir(a.g.e. s.429). 

               Düşmana saldırmak için verilmiş kesin kararı uygulamadan önce, üç aracın yeterli derecede hazır olması gerektiğini düşünüyordu Atatürk. Bunlardan ilki ve en önemlisi, ulusun kendisiydi. Ulusun göstereceği kuvvetli arzu ve kararlılık çok önemseniyordu. İkinci araç, Meclis’in göstereceği kararlılık, dayanışma ve birlikti. Üçüncü araç ise, ulusun silahlı evlatlarından meydana gelip düşman karşısında toplanmış bulunan ordumuzdu. Nutuk’ta görüşlerini şu cümlelerle detaylandırmıştır: ”Bu üç araç veya gücün düşmana karşı oluşturduğu cepheler iki şekilde düşünülebilir. İç cephe ve görünürdeki cephe… Temel olan iç cephedir. Bu ceph, bütün ülkenin, bütün ulusun oluşturduğu cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir. Fakat bu durum hiçbir zaman bir ülkeyi, bir ulusu yok edemez. Önemli olan, ülkeyi temelinden yıkan, ulusu tutsak ettiren iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden daha iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar.”(a.g.e. s.430-431).  

               Nutuk’ta, çeşitli devletlerle yapılan resmi ve özel birtakım temaslar hakkında özet yapan Atatürk, vardığı sonucu şu cümlelerle ifade etmiştir: ”Efendiler, 1922 Ağustos’una kadar da Batı devletleriyle olumlu anlamda gerçek ilişkiler kurulamadı. Ülkemizde bulunan düşmanları silah zoruyla çıkarmadıkça, çıkarabilecek ulusal varlığımızı ve gücümüzü kanıtlamadıkça, diplomasi alanında ümide kapılmanın doğru olmadığı konusundaki düşüncemiz kesin ve değişmezdi.”(s.435). 

               Atatürk’e ”Başkomutanlık” yetkisini veren yasa, Meclis’te üç defa uzatılmıştır. Üçüncü defa uzatıldığı tarih olan 6 Mayıs 1922’den önce Meclis’te, sert tartışmalar yaşanmıştır. Muhalif grubun etkisiyle, Meclis’te çoğunluk sağlanamamış ve yasa uzatılamamıştı. 6 Mayıs günü yapılan gizli oturumda Atatürk, muhalif grubun tüm tezlerine cevap vererek, sorumluluk almış ve doğacak bir krizin önüne geçmiştir. Nihayetinde yapılan oylama ile ”Başkomutanlık” yasası, üçüncü kez uzatılmıştır. Üç ay sonra, 20 Temmuz 1922’de yeniden görüşülen ”Başkomutanlık” yasası, Atatürk’ün, ”Artık ordumuzun maddi ve manevi gücü, olağanüstü hiçbir önleme ihtiyaç bırakmaksızın, ulusal emelleri tam bir güvenlik içinde elde edebilecek düzeye erişmiştir. Bu olağanüstü yetkilerin devamına gerek ve ihtiyaç kalmadığına inanıyorum.” demesine rağmen yasa, süresiz olarak uzatılmıştır. 

               Atatürk, 1922 Haziran’ı ortalarında saldırıya karar vermiş ve bu kararını, yalnızca Cephe Komutanı’na, Genelkurmay Başkanı’na ve Milli Savunma Bakanı’na söylemiştir. Yapılan görüşmelerde, hazırlıkların bir an önce tamamlanması kararı alınmıştır. İki ordunun durumunu şöyle özetleniyordu: ”Sakarya Meydan Savaşı’ndan sonra düşman ordusu, büyük ve kuvvetli bir grupla Afyonkarahisar-Dumlupınar arasında bulunuyordu. Diğer kuvvetli bir grubuyla da Eskişehir bölgesindeydi. Bu iki grup arasında yedek kuvvetleri vardı. Sağ kanadını, Menderes civarında bulundurduğu kuvvetlerle ve sol kanadını da İznik Gölü kuzey ve güneyindeki kuvvetleriyle koruyordu. Denilebilir ki düşman cephesi, Marmara’dan Menderes’e uzanıyordu. Düşman ordusu, üç kolordu ve bazı bağımsız birliklerden meydana gelmekteydi. Üç kolordusu on iki tümenden oluşmakta ve bağımsız birlikler ayrıca üç tümene ulaşmaktaydı. Biz, Batı Cephesi’ndeki kuvvetlerimizi, iki ordu halinde oluşturmuş ve düzenlemiştik. Bundan başka, doğrudan doğruya cepheye bağlı örgütümüz vardı. Bizim bütün birliklerimiz on sekiz tümen oluşturuyordu. Bundan başka üç tümenli bir süvari kolordumuz ve daha zayıf mevcutlu iki süvari tümenimiz vardı. Yapılanması birbirinden farklı iki düşman ordu karşılaştırılırsa, tarafların insan ve tüfek kuvvetleri yaklaşık birbirine denk bulunuyordu. Yalnız Yunan Ordusu’nun makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephane ve teknik malzeme bakımından, dünyanın serbest ve kendisini destekleyen sanayiilerine dayanması nedeniyle, özel üstünlüğü vardı. Diğer taraftan, bizim ordumuz, süvari sayısı açısından üstünlüğe sahip bulunuyordu.”(a.g.e. s.447). 

               Türk Ordusu’nun savaş planı, ”ordunun ana kuvvetlerini düşman cephesinin bir kanadında ve mümkün olduğu kadar dış kanadında toplayarak, bir yok edici meydan savaşı yapmaktı. Bunun için uygun gördüğümüz durum, ana kuvvetlerimizi, düşmanın Afyonkarahisar civarında bulunan sağ kanat grubu güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan alanda toplamaktı. Düşmanın en duyarlı ve önemli noktası orasıydı. Hızlı ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından vurmakla mümkündü.”. 20 Ağustos 1922 günü Akşehir’de, 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana saldırı için cephe komutanına emir verildi. Komuta heyeti, 26 Ağustos sabahı Kocatepe’de hazır bulunuyordu. Saat 5.30’da başlayan topçu ateşi, Nazım Hikmet’in dizelerine şöyle yansıdı: ”Ve başladı topçu ateşiyle, ve fecirle birlikte Büyük Taarruz…”. 

               Savaşın evrelerini Nutuk’tan okumaya devam edelim: ”Efendiler, 26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde düşmanın Afyonkarahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-23 kilometre uzunluğundaki sağlamlaştırılmış cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustos’a kadar Aslıhanlar civarında kuşattık. 30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonucunda, düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve tutsak aldık. Düşman ordusunun başkomutanlığını yapan General Trikopis de tutsaklar arasıdna bulunuyordu. Demek ki tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir yönünde yol alırken, diğr kısımlarıyla da düşmanın Eskişehir ve kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenilgiye uğratmak üzere ilerliyorlardı.”(a.g.e. s.454-455). 

               Bu ilerleyişin sonunda 9 Eylül günü İzmir’e giren Türk Ordusu, işgal edildiğinde büyük üzüntü yaratan şehri geri almış ve Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün verdiği, ”Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri!” emrini yerine getirmiştir. O Başkomutan, kazanılan zafere dair görüşlerini Nutuk’ta şöyle ifade ediyor: ”Her evresiyle düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış bu harekát, Türk Ordusu’nun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek güç ve kahramanlığını tarihte bir daha belirleyen çok büyük bir eserdir. Bu eser, Türk Ulusu’nun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz anıtıdır. Bu eseri yaratan bir ulusun çocuğu, bir ordunun başkomutanı olduğum için sonsuza kadar mutlu ve bahtiyarım.”(a.g.e. s.456).  

               Uzun yıllar süren savaşların sonucunda yorulmuş ve yıkılmış bir ülkenin, ateşten gömleği giymiş olan milleti, bir liderin arkasında, ”kendi azim ve kararlılığıyla”, emperyalizmin sömürge planlarını yırtıp, attı. Büyük Türk Milleti küllerinden doğarak, Yeni Bağımsız Türk Devleti’ni kurmayı başardı. 

               ”Yeni Türkiye” gibi ifadelerin arkasına saklanarak Türk Devrimi’nin kazanımlarına saldıran; ”Keşke Yunan galip gelseydi” diyen meczupları kendisine yol gösterici edinen; Atatürksüz bir Ulusal Kurtuluş Savaşı yaratmaya çalışarak, Atatürk’ün adını anmamaya gayret eden; tarihin her döneminde şekil değiştirerek var olan o dahili bedhahların üstün gayretlerine rağmen, Cumhuriyet Devrimleri’ne inanmış biz Türk Gençleri, Kuvayı Milliye safllarındayız. İşte bu duygularla, yüksek sesle bağırıyoruz:

               30 Ağustos Zafer Bayramımız Kutlu Olsun!              

İlgili Makaleler

Bir Yorum

  1. Tarihi belgelere dayalı ve dönüm noktalarının özenle seçildiği bu dokunaklı yazı için tebrik ederim. Hepimizin 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutluyor, bu güzel yazı için de adını bu bayramdan alan Zafer Eray’a teşekkürlerimi sunuyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu