Demek ki neymiş baha malar?

Kavurucu sıcaklar üzerine bir öykü yazayım diyorum. Masanın başına her oturduğumda dakikalarca boşluğa bakıp duruyorum. Konunun aslı ya da başkahraman dışarıda çalışmak zorunda olan insanlar mı olmalı? Yoksa kapalı yerde ama fırın, ızgara, maden ocağı gibi mesleğin olmazsa olmazı olan ortamlara maruz kalan çalışan mı olmalı? Bu öykünün ne zaman geçtiği belli ama nerede geçiyor? Bilinmedik bir yerde, bilinmedik bir mekânda mı? Bir de çok ilginç konu bile bulsam başladığım öykünün bir yerinde kendimi ve kendi sorunlarımı yazarken buluyorum kend… Buraya kendimi yazmamak için zor tutuyorum kend… Ama bu seferde aynı cümlede üç tane kendi kelimesi kullanmış olacağım.

Pejmürde, rüya görüyor olmalı mırıltıları geliyor yatak odasından. Erkenden devirir kıçını yatar, bütün gece mırıl mırıl sayıklar durur. Bazen bağırdığı da olur. Gece yazma ritüeli bana çok sıcak geliyor. Bu şekilde çalışan büyük yazarlar var. Sessizlik onlara daha ilham verici geliyor olmalı. Bana da öyle geliyor ama ben büyük bir yazar değilim. Hatta yazar değilim. Masa başından kalkıp mutfağa gittim su ısıtıcısını çalıştırdım. Su kaynarken on adet şınav ve birkaç boyun ve bel egzersizi yaptım. Sıcaklar nedeniyle evde kaldığım bu dönemde başladım bu ritüellere. Gelin görün ki disiplinsiz biri olduğum için birkaç hafta sonra hatta birkaç gün sonra unutuyorum. Bir dönem çetele tuttum. Bunu da yıllar içerisinde geliştirdiğim bir mantığa dayadım. Şöyle ki; bir somun ekmek bir kerede yutulmaz. O yüzden dilimleriz. Bir dilim ekmek de bir kerede yutulmaz. Lokma lokma ısırarak ve çiğneyerek yutulur. Demek ki neymiş Baha Malar? Ekmek bir bütün olarak yutulmayacağı gibi bir kerede yüz şınav çekilmez. Bir oturuşta yüz sayfa öykü de yazılmaz. (Öykü zaten yüz sayfa olmaz.) Önce dilimlere ardından lokmalara, ısırıklara bölünür. Her gün on şınav, yirmi mekik, otuz sayfa kitap okuma ve en az bir sayfa öykü yazmak gerekir ki paslanmayalım. Bu hususta Ferhan Usta ne diyordu? “ Haldun Taner’den öğrendiğim çok önemli bir şey var.”

-“Ben her gün yirmi sayfa yazarım oğlum”, dedi bana bir gün Haldun Bey.

– “Nasıl Hocam, aklınıza hiçbir şeyin gelmediği olmuyor mu yani?”

-“Sabah altıda kalkarım, daktiloyu balkona atarım ve yirmi sayfa yazarım. Aklıma bir şey gelmeyebilir o zamanda gördüğümü yazarım. Altı buçuk vapuru beş dakika geç geçti, martılar uçtu, çocukları alacak okul minibüsü geldi, bu yirmi sayfanın hepsini kullanmak zorunda değilsin belki  bir gün içinden bir paragraf işine yarar, alır kullanırsın. Nasıl bir marangoz sabah olunca dükkanını açıp çalışıyor? Sen de bir yazar olarak dükkanını açıp çalışacaksın, her gün yazacaksın.”

Çetelemde; İtalyanca, Yunanca öğrenmek, klarnet çalmak, finans piyasasıyla ilgili eğitim videoları izlemek, düzenli yürüyüş yapmak ve tiyatro oyunları okumak gibi hem fiziksel ve zihinsel varlığımı sürdüren hem de kaliteli vakit geçirmemi sağlayan bu etkinliklerdeki asıl sorun; hangisini, ne kadar yapacağımda değil de ne kadar sürdürebileceğim de.

Kaynayan suyu kupadaki yeşil çay poşetlerinin üzerine döküp odaya döndüm. Haftada bir evi temizlemek için gelen bir kadın vardı. Çok kahrımı çekiyordu. Hayatım boyunca tembel biriydim. Kimisi çaktırmadan, kimisi gözümün içine soka soka yaptı yarıda kalan ya da eksiklerle dolu işlerimi. Bütün bunları altmış beş yaşında fark etmek de ne bileyim, bu coğrafyada, bu yaşa kadar sağ salim kalmış bir insan için utanç verici. Erkek çocukları bu anlamda kötü yetiştiriliyor. Hep birileri topluyor kırıp döktüklerini hatta yarıda bıraktıklarını. Bu konfor, bir ömür sahte bir özgüven ve tatlı hayat yaşatıyor. İşte ben de o tip erkek çocuklarındanım. O kadar tembelim kiki; Pejmürde, annesine gittiği zaman aynı çatalı, kaşığı ve bardağı günlerce kullanıyorum. Ama bunu tembellikten ve beceriksizlikten değil de minimal yaşam, su tasarrufu ve çevre kirliliği gibi süslü ve janjanlı cümlelerle makyajlıyorum.

Utanarak şunu ifade etmeliyim ki; suyu ısıtırken egzersizleri yaptım, kaynamış suyu yeşil çay poşetlerinin olduğu kupaya döktüm ve odama döndüm. Evet evet kupa orada kaldı. Mutfaktan buraya gelene kadarki kısmı hiç hatırlamıyorum. Bu eskiden de olurdu bende ama aralıklı olurdu. Bu aralar sık olmaya başladı. Bir de şey başladı; benzer işler veya benzer adamları birbirine karıştırıyorum. Freud ile Nietzsche, Brecht ile Goethe, Görevimiz Tehlike ile James Bond, Uzay Yolu ile Yıldız Savaşları gibi örnekler vereyim de akılda kalsın. Birini anlatırken aslında ötekinden bahsettiğimi fark ediyorum bir süre sonra. Lise arkadaşımla karşılaştım diyelim ona yakın zamanda görüştüğüm sınıf arkadaşımızdan bahsediyorum. Ama eve gelince ona bahsettiğim kişinin lise değil ortaokul arkadaşım olduğunu fark ediyorum.

Kavurucu sıcaklar üzerine bir öykü yazayım diyorum. Çok ilginç bir konu bile bulsam başladığım öykünün bir yerinde kendimi ve kendi sorunlarımı yazarken buluyorum kend… Buraya kendimi yazmamak için zor tutuyorum kend… Ama bu sefer de aynı cümlede üç tane “kendi” kelimesi kullanmış olacağım.“Pejmürde ben mi oluyorum?” sorusu sıcak nefesi ile birlikte kulağımda patladı. “Uyumadın mı sen? Hem yazdıklarımı bitirmeden okumaman gerektiği konusunda anlaşmıştık. Pejmürde, öykünün kahramanının karısının adı. Sen değilsin” Gecenin bir yarısı sigara içmeye kalkıyor, sessizce gelip arkamdan yazdıklarımı okuyorsun. Kaç defa konuştuk seninle bu konuyu. Kafamı toparlayamıyorum, bu gibi durumlarda.” Erik Satie’nin, eserlerini dinliyorum. Gnossienne no:1 en sevdiğim. Yazarken onu dinlemek iyi geliyor. Beni yazmaya teşvik ediyor. İlk defa Casa De Papel dizisinin bir bölümünde denk gelmiştim bu güzel esere. Adını bulana kadar da canım çıkmıştı. Bana komik geldiği için yazacağım bir öykünün kahramanına Baha Malar ismini vereceğim. Pejmürde de sanki kadın ismi gibi geliyor kulağa. Onu da Baha gibi öykümün kadın kahramanın ismi olarak verip, okuyucuyu muzipçe bıyık altından gülümseyerek başlatmak istedim. Baha ; güzellik, parıltı ya da göz alıcı demekmiş. Pejmürde ise dağınık, perişan… İsimleri böyle seçtim ki anlamlar üzerinden bir çatışma çıkarayım öykümde. 

Bir kez daha masa başından kalkıp mutfağa gittim, tezgah üzerinde kalan kupadaki sıcak su soğumuş. Su ısıtıcısını yeniden çalıştırdım. Su kaynarken on adet şınav ve birkaç boyun ve bel egzersizi yaptım. Kavurucu sıcaklar üzerine bir öykü yazayım diyorum ama masanın başına her oturduğumda dakikalarca boşluğa bakıp duruyorum. 

* Özer ÖZGÜN / 20.Temmuz.2023 / EDİRNE

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu