Acıyı Azaltan Mermerler Saltanatı

        Mehmet Akif Ersoy, ortak metnimiz olan İstiklal Marşımızı yazan şairimizdir. İstiklal Marşı, Türk milletinin ortak metnidir. Ortak metin demek, milletimizin bütün bireyleri tarafından okunan, bu metindeki duygu ve düşüncelerin milletin bireyleri tarafından benimsenen ve özümsenen metin demektir. Marşımızda ifade edilen “istiklal”, “hak”, “iman”, “vatan” ve “din” kavramları, milletimizin bireyleri tarafından benimsenen ve yüceltilen değerlerdir. Marşımızın sürekli söylenmesiyle bu değerler, nesilden nesile aktarılmakta ve bütün bir milletin kalbinde yaşatılmaya devam edilmektedir.

        Hem İstiklal Marşımızı yazmış olması, hem hayatını bir şahsiyet abidesi olarak yaşaması sebebiyle Mehmet Akif hakkında çok sayıda araştırma ve eserleri üzerinde incelemeler yapılmıştır. Ölümünü takip eden yıllarda yakın arkadaşı Eşref Edip’in Mehmet Akif Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları (1938) ile Fevziye Abdullah Tansel’in Mehmet Akif Hayatı ve Eserleri (1943) onların başında gelir. Hem bu kitaplarda, hem daha sonraki yıllarda çeşitli üniversitelerde hazırlanan Yüksek Lisans ve Doktora tezlerinde onun hayatı, eserleri, sanatı ve düşünceleri ayrıntılı olarak gözler önüne serilmiştir. Bunların yanında pek çok sivil araştırmacı da hem onu, hem eserlerini dil, edebiyat ve düşünce bakımından inceleyen faydalı kitaplar yazmışlardır. 

        Bununla beraber bütün bu çalışmalarda onun Edirne yılları hep ihmal edilmiştir. Halbuki onun İstanbul Halkalı Baytar Mektebi’nden 1893 yılı sonlarında birincilikle mezun olduktan hemen dört gün sonra, Edirne Vilayeti Baytarlığı’na atandığını biliyoruz. Buna göre Mehmet Akif, çalışma hayatına 1894 yılının ilk günlerinde Edirne’de başlamış ve burada yaklaşık iki yıl baytarlık görevinde bulunmuştur.

        Yirmi yaşlarında genç bir delikanlı olarak Edirne’ye gelen Mehmet Akif, burada birçok arkadaş edinmiştir. Sahhaf Süleyman Efendi, tarihçi Ahmet Badi, şair Ömer Seyri ve akranlarından Mehmet Şeref Aykut onların başında gelir. Gerek tek başına, gerek arkadaşlarıyla yaptığı gezilerinde o dönem Edirne’sinin çarşı, kahvehane, meyhane ve mesirelerini yakından gözlemlemiş ve ilerde çok verimli geçecek sanat hayatında gerçekçiliğe yönelmesinin ipuçlarını yakalamıştır.

        Şehir içindeki bu gözlemlerinin yanında, arkadaşı Mehmet Şeref Aykut’un yaşlı beygiri ile, mesleği gereği, hayvan hastalıklarını tedavi maksadıyla Edirne’nin köylerini,  yakın çevresini de dolaşmış ve onları da yine gözlemlerine dayanarak yakından tanımıştır. Mehmet Akif’in o dönem Edirne’si ve köylerine dair izlenimleri, konuşmalarına, yazdıklarına ve arkadaşlarının anlattıklarına bakılırsa genelliklekaramsardır:

Daha sonraki yıllarda yazdığını bildiğimiz,

“Köylünün bir şeyi yok, sıhhati, ahlakı bitik

Bak sırtındaki mintan bile tiftik tiftik”.  

yolundaki köy tasvirlerinin kökünün, Edirne köylerine ait gözlemleri olduğunu söyleyebiliriz.

        Mehmet Akif’in Edirne’de annesiyle birlikte hangi mahallede, hangi evde kaldığını, bütün araştırmalarıma rağmen, henüz bulamadım. Ancak köylerdeki hasta hayvanların tedavisini bitirdikten sonra şehre döndüğünde, bugünkü Deveci Han Kültür Merkezi’nin karşısında bir odada oturan arkadaşına indiğini kendisi söylüyor. O, buraya oda demenin bile abartılı olduğunu ifade ediyor ve indiği yere “hücre” diyor. Bu hücrenin tek penceresinden vilayete ait Paşa Kapısı ve onun üzerindeki levha görünmektedir:

“Şer’ ü kanûn ile burda kurulur hep divân”.

Akif bu mısraı, değiştirerek şöyle okur:

“Şer’ ü kanun ile burda soyulur hep insan”.

Akif’in bu okuyuşuna hücredekiler acı acı güler ve İkinci Abdülhamit’ten güya intikam aldıklarını düşünürler.

        Mehmet Akif’in Edirne’de kaldığı yıllarda gerek şehir içinde, gerek şehir dışında köy ve kasabalardaki sosyal hayattan memnun olmadığını anlıyoruz. Daha da ileri giderek zaman zaman üzüntü ve acılar duyduğunu da söyleyebiliriz. 

        Şehirdeki olumsuzluklar, köylerdeki hastalıklar onu zaman zaman karamsarlığa itmiş olabilir, kaldı ki onun Edirne’de bulunduğu yıllar, Türk – Yunan Savaşı’nın belki de hazırlıklarının başladığı yıllardır… Bütün bunlara rağmen o, teselli olacak bir şey bulur ve acısını dindirir. O şey, Mimar Koca Sinan’ın “mermerler saltanatı” dediği Selimiye Camisi’dir. Mehmet Akif, Selimiye’yi seyretmekte bir teselli bulur ve sosyal hayattan gelen acılarını onunla azaltır.

        Bugün Selimiye Camisi ve çevresini, Mehmet Akif’in acılarını azaltan bir güzelliğe hâlâ kavuşturmayışımıza ne kadar yansak yeridir.

       

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu